Ana Sayfa Yazarlar 18.08.2022 674 Görüntüleme
AŞKIN ELÇİSİ

AŞKIN ELÇİSİ

“Aşkın Şehidi”nin Yazarı SAYIN Ahmet TURGUT Bey Kerbela Serisinin 2. Romanı olan ‘’AŞKIN ELÇİSİ’’ , Kasım 2012 yılında okurları ile buluştu. İrfâni bir anlatımla yine tarih, insan ve edebiyat içe içe…

Kerbelâ Serisinin ilk romanı Aşkın Şehidi’nde yüz binlerce okur Hz. Hüseyin ile buluşmuştu. Aşkın Elçisi’ndeyse Seyyide Zeyneb ve şehitlerin ardınca kalan diğer aşka şahit canların çağrısı var.

Bu roman her biri Hz. Fatıma Yürekli Peygamber Ciğerparelerine ve onların kanla, gözyaşlarıyla yazdıkları Kerbelâ Destanına bir selâmdır. Gök kubbede baki kalacak olan elbette onların sedasıdır. Şehitlerin ardınca Muhammedî Sancağı devralan başta Seyyide Zeyneb olmak üzere tüm Hz. Fatıma Yürekli Resûl Ciğerpârelerine selam olsun!

Kitaptan Pasajlar;

 

“Menzile ‘Kerbelâ’ desin o diller,

Gönüldeki ismi ‘Kurb-ı Âla’dır.

Ebu Tûrab’sa Sahib-i Zülfikâr,

Toprağın adı ‘Hüseynî Can’dır.”

Birkaç saat evvel Âlemlerin Rabbine yürümüştü, Aşkın Şehidi; Can Hüseyin…

‘İki Kardeş Güzel’in şahadeti zâhir olanıydı ya; ağabeyi İmam Hasan gibi kanını içine akıtmamıştı. Yetmiş iki ok, kılıç ve mızrak yarasıyla baştan ayağa mercan kızılına bürünmüş hâlde uzanıvermişti Kerbelâ’ya…

Evet!

Ebu Tûrab’ın bir oğlu daha düşmüştü toprağa. Arz bunun hicabıyla sarsılıyordu.

Esenlik ve rahmet pınarı olan Kevser’in Ciğerparesi bir damla suya hasretken katledildiğinden coşkun aka gelen Fırat dahi sessizliklere gömülmüştü.

Habibullah’ın “Oğlum!” diyerek öptüğü o pak boyun, gövdesinden ayrılıp mızrakların ucuna geçirilince bunca zulmün tanıklığından utanan güneş bile erkenden çekilmişti semâdan. Hem de Kerbelâ yetimlerinin gönüllerine inme bahasına! Artık o koca ziya, kâinatı aydınlatmak yerine Hüseynî canları yakıp kavurmaktaydı. İlle de onun kızlarını…

Yaşları altı ve on yedi olan kardeşlerin ahları Kerbelâ arzından Muharrem arşına yükseliyordu.

** “Va Ebî!  Va Huseyna!

Ah babacım! Neredesin?

Sana ağlamayanlara kimler ağlasın?”

Aynı katliamda Şehîd İmam’la birlikte yetmiş iki civan daha doğranmıştı. Üstelik onlara kıyan zâlim eller, geride kalan gül kokulu tenleri bile rahat bırakmıyorlardı. Düzinelerce süvari, şehidlerin çıplak naaşlarını atların toynakları altında ezip parçalıyor; bu şekilde onları yeryüzünden silmeyi umuyorlardı. Hadlerini öylesine aşmışlardı ki; kinlerini nefesi süt kokan baladan bile sakınmamışlardı. El kadar Ali Asgar’ı babası İmam Hüseyin’in kollarındayken boğazlamaları yetmiyormuş gibi şimdi de o minicik kan kızıl teni annesinden esirgiyorlardı. Sarılıp koklamasına dahi izin verilmeyen kanlı kundağı uzaktan uzağa izleyen kadıncağız, düşündükçe dert içre dert ekmişti gönlüne…

Yineleye yineleye asra yemin ediyordu. İnsanoğlu ziyandaydı, nankördü ve zâlimdi. Al kanlara belenmiş yavrucağızına son bir kez bakıp “Canımın canı!” diyerek seslendi:

“Kundaklar içerisinde ellerini, ayaklarını bile çırpamadan boğazlanan şehid!.. Ah kundağı kanlı balam! Annen neyler şimdi!..”

Feryadın bayrağı elden ele, gönülden gönüle devrediyordu ha bire. Yürek yangınlarına tüm arzı ve semâyı şâhid tutma sırası Hüseyin’in mazlum gelinindeydi sanki. İki yavrusunun gözleri önünde doğranan şehid erine yanıyordu. Her bir adımıyla ardı sıra dağları da yürüten yiğit Ali Ekber’i böyle mi görecekti?

** Sesler arasından bir ses düştü gönlüme…

“Esirsin sen, esâretine meftun; garipsin ve gurbetinden habersizsin!” diyordu.

Sonra açıldı Kitap. Karşımdaki âyette “Akletmiyor musunuz?” yazılıydı.

Kelimelere baktıkça utandım. Utandıkça bakılanlar görülmeye başlandı.

“Belki hatırlarsınız!” diyordu; on dört asır evvel Mushaf’a çekilmiş kelimeler…

Ve ardı ardına sıralamaktaydı ikâzlarını:

“İki güzelden bir başkasını mı bekliyorsunuz?”

“…Yanınızdakiler tükenir. Allah’ın katındaki ise bâkidir.”

Kapanınca gözlerim; bakışların ufkunda ‘Seçkin Güzeller’den biri belirdi.

‘En Sevgili’nin Ciğerparelerindendi.

Yaklaştıkça fark ettim.

Suskunluğuyla Zehra’nın, seslenişiyle Haydar’ın Kızıydı o…

Şevkle karşısına geçip ses verdim:

“Ey Özgürlüğün Annesi! Seninledir, Dirayet ve Kurtuluş Kapısı! Senin bileklerine vurulan kelepçeler benim yüreğimdekilerden daha mı sert, daha mı acımasız? Bilirim! Sen zincirler içindeyken bile benden daha özgürdün.”

Annesinin Kızıydı ya; sükût ile yetindi.

Ses bana kalmıştı yine. Yalvardım.

“Öğret!” dedim: “Sen öğret! Muallimsiz Âlim değil misin?”

Haydar’ın Kızıydı bu kez.

“Dinle!” diyordu: “Duyarsan, duyulursun. Anlarsan, anlaşılırsın!”

Yetmeyince bu sözler, devamını istedim. Acındım, yakındım, bekledim.

Neden sonra rengi elâdan maviye, griden bala dönen o gözlerden üç kelime düştü gönlüme:

“BEN – SEN – O…”

Gayrı tüm kâinat sessizliğe ve renksizliğe bürünmüştü.

Ey Rahîm, Samed ve Muhyi olan Rabbin Kulu!

Ey ‘Kitap’ın, ‘Harfler ’in ve ‘Nokta’nın Kızı!

‘İnci’ ve ‘Mercan’ın Kardeşi!

**  “Ey güzel! En Güzelden neşet bulan güzel!

Gel! Gel ki; Yakup’un gözyaşı dinsin!

Ey güzelliğine bin Yusuf’un kurban olduğu Habib’in Canı!

Gel! Gel ki; Yusuf nasıl sevilirmiş, öğrensin Züleyha!”

“Gel!” muştusu erişmişti cana. Gayrı sevenin ‘Ben’i de, sevdiğinin ‘Sen’i de yok hükmündeydi. Ben ve Sen ile beliren ikilik aradan çekildikçe “Hû” kelâmı kâinata ritim vermekteydi. Vuslat gecesinde aslına râci olana da “O” diyorlardı ya; selâma durmuştu yıldızlar, ay ve güneş…

“O geliyor, O!

Ceddinin Reyhanı, Zehra Gülü,

Toprağı Haydar’dan olan geliyor.

Açılsın yedi kat semâ!

Müctebanın İncisi, Hüseyin’in Mercanı

Rabbine Kurban, ahdine sadık âşık geliyor!

Allah’ın salât ve selâmı senin ve sevdiklerinin üzerine olsun.

Yazar Hakkında

Adı Soyadı:

Mesleği:


Tema Tasarım |